JAISELMER
Jaisalmer
Hindistan’ın Rajasthan bölgesinde bir kent... Kum taşının nakış gibi işlendiği evlerin, baharat kokusunun buram buram dolaştığı dar sokakların, sırma işlemeli rengarenk sarilere bürünmüş kadınların kenti... Benim penceremden göründüğü haliyle...
Yazı ve Fotoğraflar : Yelda Baler
Sarı Otobüs kum rengi Jaisalmer’e sabahın ilk ışıklarıyla vardığında elimdeki deftere şu iki satırı yazmıştım; Kuytularında uyurken, sevgili otobüsüm yeni bir kente yaklaşmış. Benim olmasını dilediğim yeni bir kente daha... Gittiğim bütün kentler bir küçücük anla, bazen bir ses, bazen bir taş, bazen bir bakışla yüreğime düşerler. O anı yakalayamadıysam benim olamazlar.
Göğün sabah maviliği altında sapsarı yükselen Jaisalmer Kalesi’nin biraz aşağısındaki otele yerleştikten sonra terasında zencefili bol, sütlü çaylarımızı yudumlarken kentin uyanmaya başladığının kanıtı sesler yükselmeye başlamıştı. Puşkar’dan aldığım hint ipeklerini giyip, ayağımda dansçıların taktığı zilleri bol hallallarımla kalenin yolunu tuttum. Sokaklar yeni canlanmaya başlıyor, dükkanlar kapı önlerine tezgahları taşıyor, ellerini takılarla doldurmuş kadınlar meydandaki yerlerini alıyorlardı. Bir Hintli kavalıyla müzik yapıyor, arada çalmayı bırakıp söylüyor, yanında da bir küçük kız çocuğu dans ediyor... Jaisalmerli bir kadın elindeki çiçek dolu minik sepetiyle kalenin girişindeki küçük tapınağa mırıldanarak yaklaşıyor... O da bütün Hintliler gibi binlerce tanrıdan kendine uygun olanı seçmiş, her fırsatta ona tapıyordu. Kapısından geçtikten sonra meydanın iki yanına kurulu tezgahlara bakmayı sonraya bırakıp içerilere yürüyorum.
Orta ve güney Asya arasında yol alan kervanların önemli bir durağı olan kale çölün içerisinde bir vahaymış. Taa ki Bombay Limanı ticaret yollarını değiştirinceye kadar. Daha sonra Hindistan-Pakistan savaşı sırasında kurulan üsler, havaalanı ve demiryolu sayeside yeniden önem kazanmış. Kale 1156 yılında Rao Rawal Jaisal tarafından yaptırılmış ve tüm saldırılara karşın fethedilememiş. Yalnız erkekler değil kadınları da gerektiğinde kendilerini yakarak savunmuşlar kalelerini. Böylesine trajik...
Giysilere, takılara, patchwork işlere, el yapımı defterlere, üzeri işlemeli deri çantalara bakarken kalenin sokaklarından çıktığımı anlamadım. Yürürken ayağımdaki zillerin çınlaması Jaisalmerlilere de bana da sabah neşesi katıyordu. Yüzlerindeki gülümsemeyle yetinmeyen kadınlar bir dans figürü yapıyor karşılığında zilleri sallayıp bir figürde ben yapıyordum. Bir “namaste”yle (merhaba) başlayan sohbetler bazen elime yapılan kınayla, bazen bileğime takılan bilezik, bazen de bakılan bir falla uzayıp gidiyordu. Kapı önlerinde oturan kadınların yanına yaklaşıp el kol hareketleriyle dakikalarca sohbet etmek, bir satıcının tezgahının kenarına ilişip anlattığı hikayeleri anlamaya çalışmak, sokağın bir köşesinde küçücük bir girintiye konulmuş ya da çizilmiş tanrı figürleri karşısında Jaisalmerlilerin tapınmalarını izlemek bu kentte kaybolduğumun ifadesiydi benim için.
Daracık sokaklarda karşılaştığım en ilginç şey elbetteki yolun ortasında, kapı önünde, tezgahın kenarına kıvrılıp yayılmış inekler. Yoldan çekilmelerini beklemeden siz büyüklük yapın ve kenara çekilin, yoksa biri yolunuzu kesebilir ve dar sokakta köşe kapmaca oynayabilirsiniz. Ellerinde hallallar ya da bileziklerle, bir tek parça satabilme umuduyla yolumu kesen kadınların güzelliğine, renkliliğine, gülen yüzlerine imrenerek bakarken nakışlı evlerin birinin önüne oturdum. Hangisi hangisinin inceliğinden etkilenmiş, kadınlar mı işlemelerin narinliğinden, kum taşları mı kadınların güzelliğinden bilemem ama her bir oyuntunun, işlemenin karşısında saatlerimi harcayacağımı biliyorum. Çölden çıkarılan kum taşları telkari ustasının elinden çıkar gibi incecik dokunmuşlar.
Sokaklarda dolaşan baharat kokuları artınca acıktığımın farkına vardım. Yaptığım şey her yerde olduğu gibi bir samosacının önünde durup birkaç çeşidini almak oldu. Hayatım şimdiye kadar olan bölümünde yediğim toplam acıya eşit miktarda acıyı bu yolculuğum sırasında yedim. Bütün yemekler öylesine lezzetli ki bir süre sonra acıya da ses çıkarmaz oldum. Elimde samosa meydanda bir başka saray bozması evin önünde oturup seyre daldım.
Nakışlı konaklar; Haveliler...
Kervanların durağı olduğu zamanlarda ipek tacirleri, tüccarlar tüm ailelerini toplayıp birarada yaşamak için, 30-40 odalı evler yaptırmışlar. Haveli denilen bu evlerin en güzeli ve en büyüğü Patwon ki Haveli... Şimdilerde artık müze ev olarak kullanılıyor ama halen oturulanları da var. Öylesine gösterişli öylesine büyük ve narinler ki... Ailenin nüfusuna göre avluların sayısı da ona açılan evlerin sayısı da artıyor. Dışları ne kadar oymalı ve işlemeli ise içerileri o kadar sade evlerin. Siz yine sade dememe aldanmayın onların ifadesiyle öyleler. Duvarlarında freskleri, nakışlı trabzanları, aynalı odaları var.
Akşam olup da arkadaşlarımla yemek için buluştuğumda yemeklerin kokusu başımı
döndürmeye çoktan başlamıştı. Tattığım en lezzetli iki yemeği sevdiğime yapmaya söz vererek kalktım sofradan. Otelin yolunu tutarken altında yatacağım yıldızları seyre koyuldum. Uyku tulumumu kapıp terastaki yerimi aldığımda başka ülkelerin masalları dolaşmaya başlamıştı ortalıkta.
Bu kenti benim kılan o an mı? Meydanda toplanmış sırma işlemeli, nar çiçeği, fıstık yeşili, fosforlu turuncu renklerinde sarileriyle etrafımı saran kadınlardan birinin elimi tutarak sıcacık gülümsemesiyle şarkı söylediği an.
|