Bir kent düşleyin adı İsfahan olsun
Bir kent düşleyin;
adı İSFAHAN olsun
Yazı ve Fotoğraflar: Yelda Baler
Bir kent düşleyin; Acem diyarlarında, her yanı mavi çinilerle süslenmiş camileri, medreseleri, kentin tam orta yerinden akan nehri olsun, yeşillikler içinde caddeleri ve o caddelerin küçük meydanları da... Yer yer gül kokuları gelsin burnuzuza, nehirden gelen serinliği getirsin rüzgar, kocaman meydanı olsun havuzu, camileri olan, insanlar gezintiler yapsınlar faytonlarla, kilimlerin, halıların, sedeflerin, bakırların en güzeli satılsın çarşılarında. Nehri süsleyen köprüleri olsun, köprülerin de çayhaneleri... Yaşadıkları sıkıntıları yok saymak için yüzlerinden gülümsemeyi eksik etmeyen insanları olsun, iki cümlelik dostluklar için çaba sarfeden... Bir kent düşleyin; adı İsfahan olsun.
Bir “Sarı Otobüs” yolculuğu ile yolum bilmediğim bir ülkeye, hiç tanımadığım kentlere düşmüştü. Acem rüzgarlarına karışıp Tebriz’den sonra İsfahan’a varmıştık. Nefse jahan İsfahan’a, yani dünyanın yarısı sayılan İsfahan’a... Önce yeşillikler içindeki Charbag Caddesi buyur eder gelenleri. Boydan boya geçmeye heveslendiğinizde bir anda caddenin küçük meydanlarından kıvrılarak kentin içlerinde bulursunuz kendinizi. Sonrası mı? Güzeller güzeli Acem kentinde kaybolmaya başlamışsınızdır çoktan. Bir kenti tanımaya insanlarıyla başlarsınız ya önce, kadınlarına, erkeklerine, çocuklarına, gençlerine bakarsınız. Kadınları görürsünüz; yere kadar uzanan giysilerin üzerine, başlarından yere dökülen siyah çarşaf giyerler. Onlar, çador derler adına. İster dantel olsun, ister incecik kumaş, öylesine tek boyutlu görünürler ki, bir fırça darbesinden çıkan kara bir leke gibi dururlar. Sade de olsa, işlemeli, parlak, şatafatlı da olsa koyu renk olmalı sokak giysileri. Zaman zaman genç kadınlar gördük, çador yerine pardesü giyen, siyah yerine lacivert ya da kahverengiye sarınan, koyurenk ayakkabı çanta yerine kırmızı kullanan. Bu da bastıramadıkları neşeleri, özgüvenleri ve duygularının etkisi olmalı, dedik.
Şehrin içinde o dümdüz caddeye nispet yapar gibi kıvrıla kıvrıla, cilveli bir kadın edasıyla akan bir nehir görürsünüz. Zâyende Nehri’dir. Suyun iki yanında da onu adım adım izleyen yollarda insanlar oturur.Kurak zamanların kurumuş nehir yatağını akıllarından çıkarmadan, hazır şırıl şırıl akıyorken duygularını, düşüncelerini, özlemlerini akan suya salıveriyorlardır şimdi. Zâyende Nehri’nin süsü, beş köprüden en güzeli Siosepol Köprüsü’dür. Tam 400 yıldır kenti süsleyen büyülü, mistik, narin, gizemli bir köprü... Yalnızca yaya trafiğine açık olan taş döşeli yoldan, yüzyıllar önce ipek yolundan gelen kervanlar geçermiş. Köprüaltı çayhaneleri bu kentin size hazırladığı süprizlerden biridir. Köprünün büyüsü ve mistik havası da bu çayhanelerin tavanlarından sarkan rengarenk fenerlerinde, nargile tokurdatanların kısık bakışlarında, çayların yanında şeker diye getirilen tavla pulu büyüklüğünde ama incecik, akide şekerlerinde, kemerlerin arasında uçuşan dantel çadorlarda saklıdır.
Güneş batmadan içinde olmaya doyamadığınız bu köprü gece karanlığında başka bir tutku yaratır görenlerinde. Simsiyah bir elbisenin turuncu, narin kemeri gibi sarar Zâyende Nehri’ni incecik belinden. Ve köprünün ışıkları suya düştü mü büyü yayılıverir ortalığa. Tıpkı bir köprü ötede Chubi köprüsünden yayılan büyü gibi...
Nehrin ve köprülerin etkileyici görüntülerini cebinize koyup kentin merkezine uzandığınızda “Meydan-ı Nags’e Cihan” yani Cihan’ın Nakışı adıyla anılan Şah Meydanına gelirsiniz. Meydanın etrafını saran iki katlı kapalıçarşısı, iki camii, ahşap sütunlu sarayı, havuzu, faytonları ve kalabalığı ile hiç uyumayan bir meydan burası. Günün yakıcı güneşi kaybolmaya yüz tutarken çayır çimene yayılanların sayısı artar. Çoluk çocuk kadınlı erkekli grupların piknik yapan sesleri, ikram edilen bir bardak çayın ya da bir dilim çöreğin teşekkürü ile kesilir. Kadınlar hep şık ve bakımlılar. Özellikle güzelliklerini vurgulayan makyajları, başörtülerinin altından gözüken saçları, burnu açık ayakkabılarıyla kimi sinema öğrencisi, kimi felsefe mezunu genç kadınlar... Gülüşme sesleriyle yanaşırlar yanınıza; gönlünüzün ve ellerinizin diliyle koyu sohbetlere başlamanın ilk adımıdır bu.
Neredeyse İran’ın simgesi haline gelmiş Kadınlar Mescidi adıyla bilinen, Şeyh Lütfullah Camii meydanın en etkileyici yapısıdır. Günün her saati aldığı farklı ışıkla renkten renge bürünen kubbe, akşam ışıklarıyla altın sarısı rengine dönüştüğünde ortalıkta başka bir şenlik başlar. Mescidin iç ve dış duvarlarını süsleyen çinilerin işciliği ve desenlerin güzelliği ise İsfahan’da neyle yarışır bilemiyorum. Kadınlar Mescidi’nin tam karşısında ahşap sütunlu, akşamın alacasında incecik bir kadın kadar narin görünen Ali Gapu bulunmakta. Bir zamanlar Saltanat haremine evsahipliği yapmış bina, Kadınlar Mescidine bir tünelle bağlanmakta ki haremin kadınları ortalıkta dolaşmadan, halka karışmadan ibadete gidebilsinler. Uzun meydanın sonunda bütün ihtişamı ile İmam Camii yer alır. Onca büyüklüğüne karşın iç ve dış duvarlarında bir tek santimi bile boşta bırakmayan çini işlemeler nakış inceliğinde. Işığın etkisiyle çinilerin üzerindeki renklerin coşkulu dansından mı, içinde bulunduğumuz binanın ihtişamından mı yoksa, kara lekelerin etkileyici görüntüsünden mi bilemem ama adımlarınız, düşünceleriniz, duygularınız herşeyiniz ağırlaşır burada.
İsfahan Şah Abbas’ın kentiymiş ya tam kendi zevkine göre inşa ettirmiş kenti. Safavi Hanedanı 1721’deki Afgan işgaline kadar ülkeyi İsfahan’dan yönetmiş. Yönetim merkezi Nags’e Cihan’daki Ali Gapu. Kentin içinde Şah Abbasın saraylarından biri olan Kırk Sütun’a, Chehel Sütuna gelelim şimdi. Güllerle donanmış bahçede yüz metre uzunluğundaki havuza yirmi sütunlu sarayın aksi düşüyor. Alın size kırk sütunlu bir saray... Artık müze olarak kullanılan sarayın içi tavanlara kadar yükselen tablolarla dolu. Çoğu İran’ın zaferlerini anlatıyor. Bütün gezme yerlerinde olduğu gibi burada da kadınlar çoğunlukta.
Zerdüşlerin Ateş tapınağı bir tepeden bakar bütün İsfahan’a. Varsın o yıkık dökük olsun az ötesinde bulunan Sallanan Minareler daha sağlam karşılar ziyaretçilerini. Her türlü sarsıntıya karşı sapasağlam kalabilsin diye her tarafı çini kaplı bu bina gerçekten sallanır yapılmış.
Günün yorgunluklarını atmak için akşam olduğunda mutlaka köprüaltı çayhanelerinden birine gidersiniz. Bu yer Chubi köprüsü olursa eğer, köprünün ayaklarının tam ortasına kurulmuş bu kahvenin nehre açılan pencerelerinin birinin önüne oturup bir nargile bir de çay istemişseniz, işiniz Zâyende nehrini izleyip, gün boyunca cebinize attığınız güzellikleri tek tek hatırlamaktır artık.
Bu yazı ve fotoğrafların bazıları, Hi-Sky dergisinde yayınlanmıştır. Tüm telif hakları Yelda Baler'e aittir. Kendisinin yazılı izni olmaksızın hiçbir şekilde ve internet dahil hiç bir ortamda bölümler halinde de olsa, yayınlanamaz ve kullanılamaz.
|