|
|
Urfa'nın Harran'ında
Urfa’nın Harran’ında...
Beşyüzlıllık taşla, toprakla, tuğlayla örülmüş kerpiç kubbeleli evler... Kışın sıcak, yazın çarpıcı sıcağında serin.
Evler... Karanlık çökerken lacivert gökyüzü altında aydınlatılınca böylesine düş gördüğünü sanıyor insan.
Yazı ve Fotoğraflar: Yelda Baler
Italo Calvino’nun “Görünmez Kentleri”ni okuduktan sonra kendi görünmez kentimi merak ettim durdum yıllarca. Gördüğüm, yaşadığım, kaybolduğum kentlerden hiç biri görünmeyen kentim olamadı. Taa ki Sarı Otobüs* yolculuklarımdan birini daha tamamlayıp, belleğimde ve yüreğimdeki anıları yerlerine yerleştirirken aklıma düşen Urfa görüntülerine kadar. Gördüğüm daracık sokakların, içinden geçtiğim kapıların, deryayı andıran çarşının, içtiğim çayın, dokunduğum kumaşın, beslediğim balıkların, konuştuğum insanların bende bıraktığı izlere durmaksızın yenileri ekleniyor.
Anadolu ile Arap Yarımadasını birbirine bağlayan topraklarda yaşanan uygarlıklar, göçler, alışverişler, bereketli ovaları, sanatı, efsaneleri, ilimi, irfanı, zengin kültürü, çeşit çeşit insanı olan bir Urfa yaratmış. Tarih boyunca Asurlular, Medler, Persler, Selefkoslar, Arsakidler’in hakimiyeti sürmüş. Sonra Roma, Bizans, Selçuklular ve 1516 yılında da Osmanlı Egemenliğine geçmiş. Hz. İbrahim’in burada doğup yaşadığına inanılıyor. O yüzden Müslüman, Musevi ve Hristiyanlar için kutsal bir kent.
Manilerine, türkülerine, ninnilerine hatta sözcüklerine dikkatli kulak verin Urfalıların; yüzyıllar boyunca, dili ve aklı nasıl ustaca kullandıklarını, kültürleri nasıl birleştirdiklerini anlayacaksınız. Binlerce yıl önce kurulmuş olan felsefe ve ilahiyat okulunun İran, Çin, Hindistan ve Rusya’ya kadar uzanan etkilerini, İslam hakimiyeti döneminde kurulan Urfa Akademisi’nin Yunan felsefe ve bilim mirasını devralmasındaki önemini ve kültürlere kazandırdıklarını öğrendiğinizde Balıklıgöl’ün ve etrafında dolanan söylencelerin Urfa’ya kazandırdığı “Peygamberler şehri” tanımlamasının Urfa için ne denli yetersiz olduğunu farkedeceksiniz.
Balıklı Göl
Kale’nin eteklerinde yer alan Balıklı Göl Halil-ür Rahman adıyla da bilinir. Kral Nemrut’un kalenin sütunlarına bağladığı mancınıkla Hz. İbrahim’i attığı ateş bir göle, odunların da balığa dönüştüğüne inanılıyor. Hz. İbrahim’in peşinden kendini ateşe atan Nemrut’un evlatlık kızı Zeliha’nın düştüğü yere de Ayn Zeliha Gölü deniyor. Balıklar suya girenlerin vücuduna hafiften yapışıp kılcal damarları hareket geçirdiklerinden kutsal ve şifalı sayılıyorlar. Beslenmeye o kadar alışmışlar ki insan gölgesi gördükleri zaman başlarını suyun dışına çıkarıp ağızlarını açıyor. Balıklı Göl’ün en ilginç anı, ışıkların kapatıldığı an. Bütün balıklar ışığı bulmak için başlarını sudan çıkarttıklarında inanılmaz bir şırıltıyla geceyi selamlıyor gibiler.
Eski ve Bereketli Urfa Çarşısı
Urfa’nın arka sokakları süprizlerle doludur. Meydanlara açılan dar sokakları, bütün gün boyunca evin yolunu unutan çocukları, ilginç kapıları, taş süslemeleri, konakları... Sokak kapısı alınlıklarına, eyvan kemerlerinin kilit taşlarına, pencerelere, camilerin mihraplarına dikkatli bakın, taş süsleme sanatının en önemli örneklerini görebilirsiniz.Yazın serin, kışın sıcak tutan Urfa evleri kolay işlenen, ocaktan çıktıktan bir süre sonra sertleşen ve halk arasında “Hevara Daşı” olarak bilinen taştan yapılır. Bazı kapıların üzerinde tabelalarda arapça yazılar görürseniz bilin ki o ev halkından biri hacca gitmiştir.
Şehrin uyanışını yaşamak için erken saatlerde tutuyorum çarşının yolunu. Önce boş sokaklarında dolaşıp açılmamış tezgahlarının önünden geçiyorum. Boş hanlarına göz atıyorum. Yıllardır değişmeyen bir gelenekle sabah altıda Sipahi Pazarı’nda toplanan esnaf dua edip öyle açar kepenklerini. Derken Kürkçü Hanı, Gümrük Hanı, Aşağı Çarşı, Tütüncü Pazarı hareketlenmeye başlar. Demirciler, bakırcılar, tarakçılar, marangozlar tek tek iş başı yaparlar. Ahşap oymacılığın Urfa’da çok eski ve renkli bir geçmişi olduğunu eski evlerin tavanlarında, kapı ve pencerelerinde, nişlerinde, sandıklarda ve ayna çerçevelerindeki oymaların güzelliğinden anlamak mümkün. Bugün artık ahşap oymacılıkla uğraşmayan marangozlar daha çok ihtiyaçlara karşılık veriyorlar. Eskiden 20’ye yakın dükkanın yeraldığı Saraç Pazarı’nda bugün artık 4 dükkan kalmış. 150 yıl öncesine kadar ipekçiliğin önemli bir sektör olduğu Urfa’da ipek iplik el ile bükülerer işlenir, buna Kazzazlık, toplandıkları yere de Kazzaz Pazarı denirmiş. Semercilerin Urfa’daki adı “Çulcu”. Eskiden pazarı kurulurmuş ne yazık yalnızca 3-5 dükkanda yaşatılmaya çalışılıyor semercilik, tıpkı kürkçülük gibi. Kuyumculuk da öylesine gözde ve önemli bir meslekmiş ki "Eski kuyumcu Pazarı" varlığını elli yıl öncesine kadar koruyabilmiş. Günümüzde bedesten yakınındaki Pamukçu Pazarı ve Kınacı Pazarı kapalı çarşılarında sürdürülmektedir.
Urfa Çarşısı’nın kalbinin attığı yerdir, Gümrük Han. Yakın zamanda yenilenmiş hanın üst katında atölyeler var avluda ise inanılmaz insan görüntüleri... Hem gezginleri bulursunuz burada hem de Urfalı emeklileri. Kentin en bilgeleri, en yaşlıları işten elini ayağını çekip ya dama oynarlar burada ya da domino. Metal domino taşlarını akılalmaz bir dikkatle peşi sıra dizen Urfalıların heyecanları arkadaşlarına da geçer. Gümrük Han’ın hemen dışında Tütüncü Pazarında başka bir dünya yaşanır. Tütün satıcıları, bağırışları, tütün kokuları arasına karıştınız mı elle sarılmış tütünler uzatılır sizlere. “Sigara içmiyorum” deseniz de ısrarlar sürer; “Bu sigara değil, tütün!”.
Güvercin Tutkusu
Urfa geleneğidir güvercin beslemek, yetiştirmek, alıp, satmak. Gökyüzüne bakarak yürüyenleri görürseniz bilin ki güvercin
besliyorlardır. Yüzlerce güvercini olan kuş tüccarları yaz ayları dışında hergün Güvercin Pazarındaki güvercin mezatına katılırlar. Yazın uçurulmayan güvercinlerin sıcaktan hastalanmaları da önlenmiş oluyor. Sonbaharın gelmesiyle şenlik başlıyor gökyüzünde. Tutkunlar öylesine güveniyor ki kuşlarına salıveriyorlar gökyüzüne. Akşama, biliyorlar ki dönecekler, yanlarında yolunu şaşırmış bir kaç başka güvercinle birlikte. Ben paçalı güvercini bilirdim, halhallısı, küpelisi, hızmalısını da gördüm.
Ve Harran...
Urfa’dan güneye doğru yol aldığınızda 50 km sonra Harran’a varıyorsunuz. Sonrası da Suriye sınırı zaten. Eskiden Anadolu’nun en kurak toprakları olan Harran ovası GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) sayesinde sulu tarım yapılan bir yer olmuş. Harran’a girerken konik kubbeli yapıları, Harran Üniversitesinin, Ulu Camii’nin ve kalenin kalıntılarını görürsünüz önce, sonra varlığınızı farkedip size doğru koşan Harranlı çoçukları. Öğle saatlerinde vardığımız Harran’da, muhtarın evine konuk oluyoruz 20 kişi.
Dünyanın ilk İslam üniversitesi olan Harran Üniversitesinde tıp, astronomi, din, matematik ve felsefe alanında sayısız bilim adamı yetişmiş ve yaklaşık 9 uncu yüzyıla kadar eğitim sürmüş. Günümüze kalan tek yapı 40 metre yüksekliğindeki gözlem kulesi. Harran’ın astronomi alanında çok ileri gitmesinin en önemli nedeni ay, güneş ve gezegenlerin kutsal kabul eden Sabiiler ve bu kutsal varlıkların oluşumlarının açıklama çalışmalarıdır. Ay tanrısı Sin adına yapılan tapınak da Sumatar köyünde bulunmakta. Önce Babil, sonra Asurluların merkezi, bir dönem de Emevilerin başkenti olmuş kent, 1271’de Moğol saldırısında yakılıp yıkılmış. I. Selim ile Osmanlı topraklarına katılmış. Emevilerin yaptığı Ulu Camii medresesi, hamamı, hastanesi ile Anadolu’nun en eski ve en büyük camilerinden biri. Harran’ı çevreleyen şehir surları yaklaşık 4 kilometre uzunluğunda ve 6 tane kapısı var.
Harran Ünivrsitesi’nin temel harcının gül suyuyla karıştırıldığı söylenir. Bu nedenle yağmur yağdığında Harran’ın gül koktuğuna inanılır. Saray olarak kullanılan kalenin gün batımında büründüğü kırmızımsı renkte güllerin izi olabilir mi dersiniz?
Kalıntıları gezmeye üniversitenin kapısından geçerek başlayın. Küçük rehberlerin sayısı öyle çoktur ki kendinize birini arkadaş seçin ve onunla gezin. Benim şansıma Güneş düşüyor ya da Güneş’in şansına ben, bilmiyorum. Ama bütün bir gün ayrılamıyoruz birbirimizden. Elinden tutarak geziyorum her yeri. Güneşin batışını birlikte izliyoruz kaleden. Güneş yüreğime dokunuyor elleriyle, izler bırakıyor belleğimde bakışlarıyla.
Kaldığımız evin avlusunda kurulan yer sofrasında yiyoruz akşam yemeğimizi. Ev halkıyla sohbetler koyulaşıyor. Yer yatakları yapılıyor; isteyen tahta, isteyen yere yerleşiyor. İşlemeli yorganlarımıza sarınıyoruz. Yıldızlar Ay Tanrısı Sin’i şenlendirmek için oradan oraya kayıp duruyor. Şenliğe biz de Berrin’in yumuşacık sesiyle katılıyoruz. Bir düş olmalı bu, bir büyü.
Bu yazı ve fotoğrafların bazıları, Voyager dergisinde yayınlanmıştır. Tüm telif hakları Yelda Baler'e aittir. Sanatçının yazılı izni olmaksızın hiçbir şekilde ve internet dahil hiç bir ortamda bölümler halinde de olsa, yayınlanamaz ve kullanılamaz.
|
|
|
|
|